28 Ocak 2012 Cumartesi

filozofun yeni osmanlı hayalleri


žižek 2 günlüğüne binlerce yılın başkentine adımını attı ve bir anda tece medyasının ilgisinin odağı oluverdi. aslında kendisi kıta avrupa’sının entelektüel patlamasının yaşandığı görkemli altın çağı kaçırdığı için biraz da hasretle yad ederken; haklı olarak eski kıtanın bugün fortress europa’ya dönüşmesine öfkeli. 3. reich’ın bilitzkrieglerle ve toplama kamplarıyla başaramadığı şeyin 9/11 sonrasında ortak bir kabulle pratiğe dökülmesinden rahatsız. tecenin ab'ye kapıdan olmadı bacadan girmek için attığı taklaların karşısında; batının ikiyüzlülüğünü açıklamak için, 12 sarı yıldızın içinde kendisine ancak lebensraum kontenjanından yer bulabilmiş balkanlardaki gay pride’lara dönük faşist saldırıları anımsatıyor ama tece sınırları içerisinde bir yıl içinde kaç eşcinselin, kaç kadının öldürüldüğünü bilmeksizin. ve eninde sonunda her batıdan gelen gibi, žižek de belirli bir orientalist bakışa sahip. kapitalist modernitenin toplumu ve bireyi bütün olarak esir alışına karşı sesli düşündüğünde; geliştirdiği yegane çözüm osmanlı ya da habsburg hanedanlarının demokratik bir modelde diriltilmesinden başka bir şey olmuyor. reelpolitik sorunların az çok farkında, ama önerisini naif çözümlerle süslüyor; osmanlı aristokrasisinin şaşalı sarayları ve köşkleriyle çevrili olduğu kapitalistanbul’un fındıklı’sında: “boşverin avrupalıları, kendiniz için tanıyın (Ermeni) soykırımı(nı); avrupalılar için değil; çünkü onlar da yaptılar aynısını” diyor ya da “Kürtlere özerklik verin. benim osmanlı imparatorluğu fikrim böyle, emperyalist bir hayal değil” oysa; kendisinin de çok iyi bildiği üzere; söylen/ebil/en ve/veya söylenemeyen sözcükler retoriğin ideolojik doğasını ortaya koymaya yetiyor. Kürtlere özerklik vermekten dem vurulması ya da soykırım sözcüğünün başına Doğu Hristiyanları ya da Ermeni ifadesinin konmaması bile yeterince şey anlatıyor aslında. 


žižek konuştukça egemen b. ne tür hareketler yapıyordur bilinmez ama; ahmet d.’nin mutluluk gözyaşları döktüğüne şüphe olmamalı. neredeyse "the civilizations" oynayıp da projesi için uygun görebileceği her ekonomik, askeri, politik, ideolojik reçeteyi kör göze parmak dercesine kopyala-yapıştır usulüyle kurgulayıp; tecenin gelecek vizyonu adı altında yazdığı "stratejik derinlik" adlı kitapla; necip milleti sıfır sorun adı altında Pax Neo-Ottomana hayallerine daldıran modern bir vezir olmuştu. adnan m.’nin “küçük amerika olmak” idealini abd endüstriyel-askeri kompleksinin genelde yerküreyi, özelde güneybatı asya’yı yeniden biçimlendirmek projesi üstünden ve elbette ona dayanarak yeniden üretince sahne ışıklarını üstünde topluyordu. oysa riyakarca “medeniyetler ittifakı” söylemini 100 kere tekrarlayınca huntington’un “uygarlıklar çatışması” tezini tersinden kurmaktan başka bir şey olmuyordu. elbette ki stratejik ortaklıktan, kendi deyimiyle “merkez ülke” olmak mertebesine erince de osmanlı’nın epifanisi “küresel güç” hayalinde yerden göğe yükselişine başlayabiliyor. žižek, chomsky vb.’nin tece’yi öven sözleriyle bismarck’ın prusya'nın geleceğine dair düşlerininin bu kez de istanbul’dan “periferi”ye yayılmasını kastetmedikleri açık; ama göremedikleri acı gerçek de tam olarak bu. çünkü yeni osmanlı’nın eski osmanlı’dan güzel sözler, iyi bir ambalaj, şaşaalı bir vitrin dışında hiçbir farkı yok. geçmişte tebaası olan halklara karşı bugün kürsülerden ve ekranlardan yönelen rahatsız edici, küstah ve aşağılayan ağabey tavrını da unutmamak gerek; kibirli, tüm komşu halklara yüksekten bakan modern zamanların sultanının da, vezirlerinin de anlaması gereken bu. ancak kendisinde yavuz sultan selim’i cisimleştirerek 21. yüzyıla taşıyan kerdoğan’ın bunu umursamadığı da vurgulanmalıdır. 


sıfır sorun politikasının ambalajı azıcık aşındığında nasıl olup da yeni yünün birbirine bulaşarak düğümlendiğini anlamak isteyenler tam da bu durum için kullanılan “arapsaçı” sözcüğünün o hiç de iyi anlamlar yüklenmemiş doğasında gizli olduğunu bilmelidir. üstelik bütün bu karmaşıklaşan ve giderek düğümlenen süreç karşısında giderek öfkelenen ve tıpkı yaklaşık 2300 yıl önce kendisine sunulan Gordios Düğümünü kılıcıyla keserek bakış açısını özetleyen Aléxandros o Mégas misali; silahı dayatan kerdoğan’a öykündüğü Makedonyalının bile dünyayı fethederken Zagroslar’da duvara çarptığını anımsatmak gerekir. bu noktada
žižek gibi kapitalist sistemin yıkıcılığından dem vurup; “başka türlü bir şey”in peşine düşenlere; “zapatista’ya da, zap’a da git”meleri söylenmeli: “žižek dağlara, özgür vatana” 

26 Ocak 2012 Perşembe

toplum bakar toplu mezar


tece sınırlarında yaşıyorsanız; üç kere candyman diye seslenmenize gerek olmaksızın, yüce devletin halının altına süpürüp de saklamaya çalıştığı şeyin çerçöp değil de insan iskeletleri olduğunu anlamalısınız. bu durumda tarihin çöplüğüne atılmak istenen milyonlarca insan bedeninin kokusunun bir şekilde fark edilmeyeceğini düşünen sorumluların da; gözlerinin önünde cereyan eden tüm bu soykırımlar ve etnik temizlikler ve katliamlar boyunca onları koşulsuz ve sınırsız destekleyen necip milletin alnı ak, ruhu temiz mensuplarının da ufak bir küçücük hata yaptığı fark edilebilir: bu kadar ölüyü saklayamazsınız, birer dosya ya da bir kara defter içinde kapatıp rafa kaldıramazsınız. gerçi her işe getürkt bir çözüm bulan tece bu işe de alla turca bir çözüm yolu geliştirdi ki; içerdiği kurbanların kafataslarından piramit kurmak gibi faşist fanteziler sayesinde ortada bireysel suçların değil ama toplumsal bir ruh hastalığının varlığını belgelemek mümkün oldu. adolf h.’nin “şimdi Ermenileri kim anımsıyor?” işaretiyle şaha kalkan 3. reich Meds Yeghern'den öğrendiği hemen her ögeyi Shoah’a aktarırken öldürmek ve cenazeleri yok etmek için auschwitz-birkenau, treblinka vd. ibaret teknik bir çözüm geliştirmişti. oysa necip millet bir kez daha ve bu kez Kürt kanı içmek için ortaya çıkardığında vampir dişlerini “atamızdan yadigar/ bizde toplu mezar var” çalmaya başladı teypten.



şarkıyı biraz ileri bugüne sarınca ihd tarafından sunulan ve adeta bir seçim istatistiği gibi duran aşağıdaki sayılarla karşılaşılacak:

açılmış toplu mezar sayısı: 29
iddia edilen toplu mezar sayısı: 224
toplam mezar sayısı: 253
gömülen insan sayısı: 3248 


geçtiğimiz yıl ocak ayında motki’de, ilçe jandarma komutanlığının çevresinde; 9’u sivil, 18 kişinin cenazesi toplu mezarlardan çıktığında, necip millet elbette ki uykudaydı ya da rahatsız edilmek istemiyordu; haliyle 11 ay sonra hala cenazelerin kimlere ait olduğu bile belli değil. söz konusu toplu mezarın sorumlularından, emrindeki askerlere ölülerin kafasını kesmeye teşvik ettiği için “kelleci general” olarak da bilinen korkmaz t.’nin zaman gazetesinde yazıları çıktığına göre suçlanması mümkün olamazdı. hem zaten mezheb-i fetvacı hocaefendilerinin yakın zamanda Kürt halkına ve özgürlük hareketine beddualarından ibaret askeri politik perspektifinin sunulmasından çok önce üstün hizmet madalyasıyla ödüllendirildiğine göre aklanmış, paklanmış olduğuna şüphe yok.

çemişgezek’te jandarma karakolunun hemen dışında 24 gerillanın gömülü bulunduğu toplu mezardaki çalışmalar; motki’deki gibi greyder ve diğer iş araçları eşliğinde “aşırı hassas” ve “aşırı bilimsel” şekilde değil de; antropologlar gözetiminde sürdürülünce pek çok cenazenin kafataslarının bulunmadığı, uzuvlarının eksik ya da kemiklerinin kırık olduğu saptandı. kulakların kesildiği, gözlerin oyulduğu ölü bedenler üstünde tahribatın sürdürüldüğü zamanlar hiç olmamıştı, haliyle duyan da olmadı.

 
bilinen en büyük toplu mezarlardan biri olan; diğer yandan da Agit’in de gömülü olması dolayısıyla bir özgürlük ziyareti haline dönüşmüş olan Newala Qeseba’ya toplu mezarların açılması için yapılan yürüyüş doğal olarak sadece istenmeyen görüntüler kategorisinde haber olacaktı ve bu sesi bir kez daha kimse duymayacaktı. aralarında sağ yakalanıp, işkence edildikten sonra infaz edilen Andrea Wolf Ronahi’nin de bulunduğu 41 özgürlük savaşçısının gömülü olduğu Şax’taki toplu mezara giden uluslararası dayanışma grubu engellenince, 28 özgürlük savaşçısının gömülü olduğu bir başka toplu mezara yönelecekti. yazmasam da tahmin edebilirdin aslında; kimse bilmedi, görmedi ve duymadı.


Şirnex/Bêspin’deki askeri taburda zorunlu askerliğe tabii tutulmuş bir askerin itirafları sonucunda başlayan kazılarda 6 köylünün işkence edilip öldürüldükten sonra gömüldüğü toplu mezar açıldı. öldürülen kişilerden biri imamdı ve öldürülmeden önce boynuna haç takılmıştı. dönemin tugay komutanı mete s.’nin bu katliamdan bizzat haberdar olduğu emekliye ayrılmasının ardından kendisiyle yapılan röportaj sayesinde anlaşılabiliyordu. gene de kimsenin önemseyeceği bir durum yoktu; sanki yanlışlıkla gömülen cenazeler başka bir yere transfer ediliyordu. haliyle soruşturmaya yer yoktu, sorgulamaya ihtiyaç yoktu. bosna'daki toplu mezarları ağızları açık, yürekleri buruk izleyenler sadece susuyordu.


aslında tüm Kuzey Kürdistan’dan toplu mezarlar ve insan kemikleri fışkırıyordu; ama birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan zamanlarda ve yerde de fışkırınca kemikler pek de iyi olmadı.  hele de Amed’in Suriçi’nde İçkale’ye açılan Saray Kapısı mevkiinde sürdürülen restorasyon çalışmaları sırasında; ‘93 savaş konseptinin önceden bir pilot bölge edasıyla uygulamaya konulduğu ve kurumsallaştığı jitem komutanlığının dibinde çıkınca. olayın duyulmasının ardından toplu mezara akın ve kameralardan ulusa sesleniş başladı. topa ilk giren ertuğrul g. tecenin insanlığa karşı işlediği suçlarının aklanması olmadı kanıtların kaybedilmesi için çalışan adli tıp kurumunu göreve çağırdı: “…eğer gerçekten bir katliam merkezi olarak kullanılmışsa elbette biz o acı hatıranın küllenmesini istemeyiz…” diye buyurdu, olasılıkla da kimse kendisine diğer açılan toplu mezarların soğumaya bırakılan akıbetini ya da örneğin Motki’de açığa çıkarılan insan kemiklerinin nasıl olup da şanlı adli tıp kurumunda kaybedildiğini sormadı.  


Ardından her biri alanında uzman bilim insanları olduğunu ne yazık ki bir tek senin ve benim öğrenemediğimiz şahıslardan açıklamalar başladı. amed’de şahsi hava taşımacılığının mucidi olarak ve şahsına tahsis edilmiş polis helikopterleriyle sükse yapan mehdi e. ilahiyat profesörü karakterinde kendini buluyordu : "bunlar hangi döneme aittir, yakın bir tarihte mi yoksa eski bir tarihte mi olduğu analizler sonucunda ortaya çıkacaktır. ama, görünen durum, dar bir alanda üst üste yığılma şeklinde kemikler bulunuyor. bir dini gömülme tarzı pek görünmüyor benim izlenimim o. dolayısıyla lâlettayin atılmış gibi çünkü. aldığımız bilgi en azından o yönde. çünkü, kemiklerin bulunurkenki pozisyonları, duruşları bunu gösteriyor…inceleme bittikten sonra hangi döneme ait olduğu, hangi tarihe yaklaşık tekabül ettiğine dair bilgi netleşir oda kamuoyu ile paylaşılır." tabii münafık ilahiyatçı Kanireş’te kimyasal silahlarla öldürülen 8 özgürlük savaşçısının cenazelerinin önce istanbul’daki adli tıp kurumuna kaçırılıp; daha sonra da karda, kıyamette o binanın önünde nöbet tutan ailelere haber vermeksizin geçtiğimiz hafta içinde istanbul’da kimsesizler mezarlığına ne hakla gömüldüğünü umursamayacaktır. çünkü "eğer dini vecibelere uygun gömüldülerse" toplu mezarı kutsayan bir hükümetin parçasıdır.


daha bir gün önce meclis kürsüsünde Roboski katliamını defalarca dobrowski olayı olarak niteleyerek nihat d., izzet y. gibi şahsiyetlerle benzer ilgi alanlarına sahip olduğunu kanıtlayan galip e. ise adeta arkeoloji ile tarih kürsüsü arasında bir yerleri terk edip de gelmiş profesör edasıyla önce terminus post quem veriyor sonra da tarihlemeyi yapmakla kalmayıp olay aydınlatıyor ve necip milletin yüreklerine su serpme görevini başarıyla yerine getiriyordu: "cezaevinin yapılış tarihi 1880. bulunan kemikler o tarihten sonraya ait. bulunan kemikler mezarlık düzeni içinde tespit edilmiş değil. üst üste atılmış cesetler. Ama dışarıdan baktığınız zaman kemikler çok eski döneme ait gibi görünüyor. cesetlerin üzerinde elbise yok. eğer 90'lı yıllara ait olsa, genelde elbiseleriyle gömüyorlardı …1910-1925 arası benim şahsi tahminim.” 


Kürt halkının yalnızca yüzsüz ve arsız bir hırsız olarak tanıdığı oya e. jeomorfoloji alanında çığır açan “ben de oraya gittim. kemikler üst üste yığılmış; toprak kayması olabilir. alternatifler düşünülmeli…” açıklamasıyla sadece bu alanda çalışan araştırmacılara kariyerlerinin çalınabileceği korkusunu yaşatıyordu. yukarıdaki açıklamaların birbirleriyle çelişkilerini irdelemek açıkçası anlamsız. toplu mezardaki insan iskeletlerinin sayısında artışa paralel olarak daha “bilimsel yorumlar” paylaşılacağından da şüphemiz olmamalı. mevcut süreç; “aydınlatacağız” yollu açıklamalar yap, Kürt Özgürlük Hareketine küfret, giderek sessizleş ve unut/tur" şeklinde formüle edilebilecek; gölge boksuyla-sessizlik suikastının bir karışımı olarak akp usulü toplum mühendisliğinin en gözde uygulamalarından biri. şu anda bir örneğini Roboski katliamının usulca sessizliğe gömülmesi pr çalışması aracılığıyla canlı yayında izliyoruz bile. ya da çok geriye gitmeden basit bir soru: Peyanis, Batman, Şemzinan, Kortek katliamlarını kim anımsıyor şimdi? 

 
tam da bu noktada "em avêtin bin bîran, ji bîr nekin!" çığlığı ya da "ölülerimizin kemikleriyle yüzleşeceksiniz" iddiasıyla ölülerimize sahip çıkmak; bir yandan kendi varlığımıza, geleceğimize de sahip çıkmak aslında. ölülerimize bile saygısı olmayan sömürgecinin, dirimizi hiç umursamayacağı açıktır. ölülerimizin çığlığına kulakları kapalı olanların, oğulları ve kızlarının en azından bir mezar taşları olsun diye karda kıyamette sokağa dökülen anaları görüp de umursamadan geçenlerin; en tatlı sözlerimizi bile duymazdan geleceği de. herkesin herşeyi gördüğü, Kuzey Kürdistan'daki katliamları bildiği, sesli ya da sessizce onayladığı koşullarda körleşmeden bahsetmek sadece sömürgecilerimizden önce ve onların yerine bahaneler uyduran kendi körlüğümüz olacaktır. hani gerçek özgürleştirir denir ya; özgürlük de, eşitllik de, adalet de dahil gelecek unutmamaktan ve ama daha çok unutturmamaktan geçiyor.

24 Ocak 2012 Salı

tv yıldızı rayber qopo 2.0'ın esbab-ı mucibesi


tecenin atası; kurucusu olduğu "genç cumhuriyet"in haritasında görülen o kırmızı lekeyi topraklarına katmayı, gücünün simgesi bayrağını da nehirlerin arasındaki dağlar ve vadilerden ibaret adada dalgalandırmaya karar verdiğinde; roma imparatorluğunun kendisinden sonraki egemenlere büyük katkılarından biri olan malum yöntemin iş yapacağını zaten biliyordu: “divide et impera”. yanına topladıklarından çok toplayamadıkları onu daha çok ilgilendiriyordu. kendi meclisine çağırdığı günden beri uzaklardaki topraklarından dışarı çıkmayan adamı biat ettirmek en az “şanlı hilal”in dalgalanması kadar önemliydi. rivayet o ki; çok haber salmasına rağmen yaşlı pir ne bu çağrılara kulak astı, ne de “ocağına, bahtına düşen” sığınmacıları teslim etmeyi kabul etti. kendi tarihimizin en bilinen hikayelerinden biri olsa da bu hikayede avantür filmler castingi açısından düşünüldüğünde Danyal Topatan’la, Süheyl Eğriboz karakterleri arasında sıralanabilecek bir kötü adam figürü; kendi hikayesiyle ayrıca göz kamaştırır: rayber qopo. 


torununun anlatımıyla bencilliği, zaafları, dünya malına düşkünlüğü nedeniyle yanlışlara düşüp kullanılan; Sey Riza’nın kendisine yönelik davetleri geri çevirmesine “bu ihtiyar bırakmıyor ki biz de bir şeylere sahip olalım. kalın kafalılık yapıyor”  diyebilen bir kişi/lik. savaş asla yalnızca iki kesin taraf arasında değildir, tarafların kendi içinde de sürmektedir. tam da bu yüzden özgürlük için kendini feda edip dağlara çıkan, tıpkı Mizûr gibi, Dizgûn gibi dağlara karışan kahramanlar kadar hainler de çıkmaktadır Dersim’den. iyi bilinen çağdaş örnekleri sömürgecinin meclisinde, soykırımcısı cumhuriyete  destek görevini başarıyla yürüten diyap axa’ların rolünü sürdüren kamer g., hüseyin a., kamal k. (ve her ne kadar mecliste olmasa da dinsel gücüyle tıpkı babasının dün yaptıklarını bugün tekrar eden izzettin d.) gibi sacayaklarının ya da şahsiyetlerin maceralarına; tece medyasını takip eden midesi güçlü arkadaşlar tanıklık ediyorlar zaten. 


ama en az adı geçenler kadar yetenekli, üstelik de onlardan daha deneyimli bir misafir oyuncu “sakarya, fırat, şefkat, tepe ve efendimizden diğer bazı nasihatler” adlı diziye dahil olduğundan beri giderek daha fazla rol çalıyor; öyle ki yıllara meydan okuyan bitmek tükenmek bilmeyen hırsıyla yıldız oyuncu olmak zaafına yenilen bir düşkün portresi çiziyor. nüfusta geçen ismi gerçekten lazım değil çünkü bir zamanlar “eskeren tırki” karşısında yenilmişliğimizin kara bir lekesi adeta: mustafa kamal b.; kendileri uzun zamandır bu lekeyi yalnızca ikinci adın kullanıldığı bir makyajla kapatmaya çalışsa da bilincinin bir çok dışavurumlarında muzaffer sömürgecinin zafer takı gibi beliriyor sahne ışıklarının altında ve tece medyasının mikrofonlarından süzülüp işgalciden korumaya çalıştığımız son sığınağımız evlerimizdeki bandrollü aptal kutularından yayılan ses dalgalarında. tece asimilasyonunun gerçek bir harikası: 37'nin o kara günlerinde doğan ve sonra devşirme okulu köy enstitüsünde zehirlenen bir bilinç; sınıf çıkarları söz konusu olduğu her seferinde "ülke"sini, politik ideallerini ve yoldaşlarını hafızasından silerek göç yollarına gönüllü koyulan bir kaçkın avukat; tüm şehir küskün müdür ya da hangi metropoldür bu küskün olan bilinmez ama halkının artık umursamadığı bir şair. açıkçası karanlık birer dehliz ve bir sürü çıkmaz sokaktan ya da toslanan duvarlardan ibaret çağdaş rayber qopo’nun/ların geçmişlerinde biyografik anlatımlara gerek yok; çünkü günümüzde hatta bizzat bugün söylediklerine bakıldığında bile geçmişleri üzerinde akıl yürütmek de mümkün. aslında her birinin hikayesi sömürgeci tarafından kıstırıldığı ekonomik ya da toplumsal çıkarlardan ibaret dört duvardan sıyrılıp da güneşi korkusuzca görmek için gereken hamleyi yapamamak; bir delik açmak için bile olsun gereken cüreti gösterememek gibi bir köke sahip; uzun hayatın bir çok karar anında bu asli soru karşısında hep bocalamış ve savrulmuş bir kişi; zincirlerinden başka kaybedecek şeylere de sahip ve/veya olduğunu düşünen bir kişi. neyse ki toprakları sömürgeleştirilmiş halkların deneyimleri temel benzerliklere sahip de söz konusu çağdaş rayber qopo’ların işlevleri üstüne uzunca yazmaya gerek kalmıyor. aşağıda Yeryüzünün Lanetlileri’nden 2 kısa parça bulunmaktadır. metin üstünde çalışmalar: 1. yazar, Frantz Fanon bu metinlerde hangi ülkeden bahsetmekte, kim ya da kimleri tarif etmektedir?  
 

hiçbir hikayeyi yarım bırakmamalı: 37 temmuzunda rayber qopo, zeynel top'la birlikte Tujik eteklerinde konuşlanan Alişer ve Zarife’yi öldürüp söz verdiği üzere kestiği başlarını; adı okullara, sokaklara, caddelere verilmiş 100 türk büyüğünden biri olan abdullah alpdoğan’ın Xarpet’teki karargahına götürse de bizzat alpdoğan tarafından “kendi soyuna ihanet edenin başkasına faydası olmaz” denilerek öldürüldüğü rivayet edilmektedir. her mendilin ömrü kullanımıyla doğrudan ilişkilidir, işi biten hiçbir kullanılmış mendilin ne cepte saklandığı, ne de bir vitrinde süs olarak korunduğu görülmemiştir. elbette ki sömürgeci için alçalmakta beis görmeyen şahsiyet/ler de durumunun farkındadır. durduğu noktadan itibaren hiçbir işlevi kalmayacağını belki de en iyi o/nlar bildiğinden Kürt Özgürlük Hareketine; Kürt halkının kahraman evlatlarına; Kürt halkının özgürlüğünü kendi özgürlüğünün adımı kabul eden Türk halkının en yiğit oğul ve kızlarına hakaret etmek yarışlarını her seferinde kendi rekorunu egale etmek ya da aşmak isteyen bir sırıkla atlamacı misali ama tersine daha çok çamura batmaya devam eden tarzda sürdürecektir. Wan depreminden sonra ya da Çele'den, Kanireş'ten tıpkı 75 yıl önceki gibi kimyasal silahlarla katledilen ama bu sefer paramparça edilmiş özgürlük savaşçılarının cenazeleri morglarda rehin tutulurken veya mehdi eker tarafından üzerinde durulmadığına göre akp usulü toplu mezarlara gömülürken kimsesizler mezarlığında ya da katliamın iki gün ardından adını bile hala öğrenemediği Roboski'de katledilenlerin hakkını savunmak bir yana kim tarafından öldürüldüğünü bile umursamadan sadece özgürlük hareketine hakaret etmek bunun göstergesidir.


özgürleşmek ya da bir köle gibi yaşamak arasında karar vermesi gerektiğinde, b seçeneğini tercih edenlerin yüzünde; efendileri sömürgeciye atılan tokadın izi görülebilmekte; sızısı titreyen seslerinde hissedilebilmektedir aslında. tam da bu şahsiyet/lerin bitmek tükenmek bilmeyen hakaretlerinin nedenidir ''teslimiyet ihanete; direniş zafere götürür” diyen haykırışı Mazlum’ların.

18 Ocak 2012 Çarşamba

sogomon tehleryan'lara ve nemesis'lere gerek kalmasın diye


Hrant Dink 10.01.2007 tarihinde Agos’ta yayınlanan “ruh halimin güvercin tedirginliği” başlıklı yazısında “...evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz…” diyordu naifçe ve kabullenilmiş bir ürkeklikle. oysa kendi halkından yüzbinlerin katledildiği bir ülkede soyu 92 yıl sonrasına uzanabilmiş “şanslı azınlık”ın bir üyesi olarak geçmişin kara yazgısından kurtulmak için geleceğe bakmak sadece naifti. siz ne kadar unutmak isterseniz isteyin, size düşmanlık edenlerin dilinde; bir halkın adı olarak Ermeni bir küfür tamlamasına sıfat oldukça da bu geleceğe umutla bakma her daim bir ihtimal olmaktan öteye gitmeyecekti. türk devletinin resmi makam odalarında, bizzat resmi görevlilerince; türk basının köşelerinden, manşetlerine tehdit edilen bir insan; kurda kuzu emanet etmekten farksız bir şekilde o ülkede güvercinlere dokunulmadığını varsayıyordu. ama güvercinlere dokunulmayan o ülkede kendi halkını katledenlerle barışmaya; hatta geçmişin üstüne sünger çekip "bir arada geleceğe" en hazır kişilerden biri olarak önce türklüğe hakaretten yargılanıyor, sonra da kararı onanıyordu. kendisi tüm bu yargılama süreci boyunca da aynı naiflikle yaklaşsa da güvercine "bak yoksa kafese" mesajını iletiyordu yüce tece. işte bu hatalı varsayımdır hrant dink'in katledilmesine yol açan. 19 ocak günü haberi duyanların yüzündeki şaşkınlığın nedeni de aynıydı. böylece 92 yıl sonra bir Ermeni öldürülünce herkesin aniden "Ermeni arkadaşları da" oluveriyordu. 
92 yıl öncesiyle hesaplaşmayan, hiç içi sızlamayan, atalarının ellerinin ve ruhlarının ne kadar temiz olduğuna inanmış bir halk "Ermenilerden kalma" evlerinde oturmuş, tv'den gelen bu parazitli "hepimiz Ermeniyiz" sloganına o kadar da değil tepkisi veriyor; damarlarında akan asil kan dolayısıyla gene de pek umursamıyordu. çünkü görev 92 yıl önce büyük ölçüde başarılmıştı. ve Hrant Dink'in hatalı varsayımı da buraya uzanıyordu. geçmişteki kötü hikayeyi unutmak istemiş, ket vurmaya çalışmış ama hikaye gene de gelip kendisini bulmuştu. çünkü Ermeni olduğu bilinen dolayısıyla da hedef gösterilebilen bir kişiydi. ama karşısındakiler 92 yıl öncesini uyku tutmayan gecelerin sonunda unutmaya çalışmak bir yana anımsamıyordu bile. üstelik diaspora ya da tece basınında eş anlamlısı gibi kullanılan ASALA dışında kimse bu necip millete nasıl unutabildiğini belki de bu hiç bir şey hatırlamayanların bizzat atalarının ermeni halkını bizzat kendi elleriyle öldürmüş, kadınlarına tecavüz etmiş, yetimlerini devşirmiş, mallarına mülklerine el koymuş olabileceğini sormuyordu.      

hayır o ülkede necip millet vakur bir şekilde karınca bile ezmez olduğundan dem vuradursun; peşlerini ne dün, ne bugün, ne de gelecekte asla bırakmayacak olan tarihin derinliklerinden sıyrılarak gelen ve sayıları bir elin parmaklarından çok; bir elin parmakları çarpı milyonlar olan farklı halklardan zombieler tam tersini haykırıyor. çoğunun bir mezarı bile yok; hani ulusal marşlarının içinde geçen mısra üzere “geçtiğin yerleri toprak diyerek geçme düşün altında yatan binlerce kefensiz yatanı” diyorlar ya zombieler de toplu mezarlarından, Kemah boğazlarından, Deir el Zor çöllerinden sesleniyorlar en az “üç tarafı denizlerle çevrili güzel yurdun” denizlerine boğulsunlar diye atılanlar kadar.

  
türk basınında köşelenen kimi Ermeni adlarına sahip kişilerin mevcut AKP savaş konseptine nasıl akıl ürettiklerini gördükçe aklıma tek bir ad geliyor. Ama zaten Ermeni diasporası denilince bile; kendi halkını katleden bugün de pişkince “şanlı tarihimiz” diye sırıtanlara biat ettiklerinden; hemen eleştirmeye hazırlanan o zatlara Antranik Paşa söylerseniz ve eğer hala bayılmadılarsa tek yapacakları küfretmek olacaktır. İşte tam da bu noktada kendilerini katleden efendilere ruhlarını satan bu modern Faustlara Kürt Özgürlük Hareketine küfrediyorlar diye kızmayın hatta umursamayın bile; çünkü onlar kendi halklarına ve geçmişlerine bile korkuyla karışık bir düşmanlığa sahipler.
Şarkikarahisar’da (daha sonra bizzat tecenin atası tarafından adı belirsiz ve benzersiz şekilde şebinkarahisar olarak değiştirilen yer) babasına saldıran bir tırki’yi öldürdükten sonra, saklanmak için istanbul’a kaçan; gelecek kötü günlerin işaretlerinin belirdiği zamanlarda Ermeni halkının özsavunmasının örgütlenmesi için yaptığı propagandaya aldırış etmeyen hatta bu sesin kısılması için elinden geleni yapan o günlerin Markar E.’leri ya da Etyen M.’leri tarafından yalıtılsa da bildiğinden vazgeçmedi. özsavunmayı, gönüllü taburlarını örgütledi. osmanlı imparatorluğunun askeri şiddetine aynı sertlikte yanıt verdi. Cihangir Aga gibi Kürt kahramanlarıyla omuz omuza savaştı ya da kuşatmalardan Mela Mistefa Barzani tarafından kurtarıldı ve bütün bunların ötesinde sadece Ermenilere değil, Kürtlere de çok değerli bir miras bıraktı; ki bu miras kendisini birincisinden, yirmidokuzuncusuna Kürt isyanlarında ve Xoybûn’dan bugüne Kürt Özgürlük Hareketinde hep izini taşıdı.  


Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından anımsanması gereken bir Ermeni’nin ölümü değil yüzbinlerce Ermeni’nin boğazlandığı soykırımın bitmediğidir tıpkı geçen yılın 24 Nisan gecesi zorunlu askerlik hizmetini yaparken “kaza sonucu ölen” Sevag Şahin Balıkçı gibi. çünkü bu korkunç anılar; kimliği ve özgürlüğü için mücadele eden başka bir halka özsavunmasını gerçekleştirmesinin bir gereklilik ve bir zorunluluk olduğunun; bunu yapmadığı sürece halklar mezbahasının usta kasabının elinde can vermesinin sadece bir zaman meselesi olduğunun dersidir adeta. yok edilenlerin anılarının önünde saygıyla eğilmeli ve ama ürkek bir güvercin olmayı değil bedel ödemeyi iyi bildiği kadar bedel ödetmeyi de bilen bir şahin olmayı seçmeliyiz.

12 Ocak 2012 Perşembe

Bir Kadın Dövüyorlar

her şey geçen gece @siempretufan'ın en sevdiği şarkının arif kemal'den "gece gelen konuk" olduğunu söylemesi üstüne benim de muhabbete salça olmamla başladı ve tece denilen coğrafyadaki halklar arasındaki bölünmenin sadece duygu ya da düşünce zemininde olmadığının aynı zamanda algılama açısından da bölünmenin gerçekleştiğine ikna olmamızla son buldu. çünkü "gece gelen konuk" coğrafyanın batısında farklı şekillerde algılanabilirken doğusunda çoğunlukla tek bir şekilde algılanıyordu. ben bu düşüncelerle "ortak bölenlerin en büyüğü" arayışımı sürdürürken tesadüf sonucu daha önce gördüğüm sonra da bulmak için çok çabalayıp da bulamadığım bir fotografa rastladım. nihal atsız'ın oğlunun dizelerinin içine gizlenen erkeğin yücegönüllü ama diğer yandan betimlediği kadının "toplumsal rolü ve işlevi"nin değişmez  bir gerçeklik olarak koşulsuz kabullenmemiz için yönlendiren bir o kadar da egemen bakışının tosladığı duvar gibiydi ama sadece o kadar da değildi. alışılmış, gerillaların idealize edildiği fotografların ötesinde; gerilla kadının yalın bir izdüşümüydü."gece gelen konuk" metaforu her nasıl ki bana ve olasılıkla sana da gerillayı çağrıştırıyorduysa bu fotoğraf ayrıca bir şiiri anımsattı bana "kadın meşru savunması"ndan hiç bahsetmeden bahseden şiiri:


Bir Kadın Dövüyorlar

Bir kadını dövüyorlar. Parlıyor beyazlık.
Sıcak ve karanlık arabanın içi.
Ve bacaklar vuruyor tavana
beyaz projektörler gibi.
Bir kadını dövüyorlar. Böyle dövülür köle kısmı.
O ise süzülen allığı ile
kurcalayarak kapı kolunu tıpkı bir şalter gibi
fırlayıp atıyor kendini
şosenin üzerine!
Ve gıcırdıyordu frenler
Koşmaktaydılar ona doğru, hırpalarcasına
Çekip çıkardılar ve pata küte dövdüler
Sürterek yüzünü otlara ve ısırganlara...

Ayaktakımı, nasıl da vuruyor en ince ayrıntısıyla
Modaya düşkün, Child-Harold, iri mi iri !
Battı soluyan kaburgalarına
ayakkabılarının ucu, dar ve sivri bir ütü gibi.
Ey, işgalcinin esrikliği, '
köylü kibarlığı...
Ay otunu ezerek,
dövüyorlar kadını.
Bir kadını dövüyorlar. Yüzyıllardır hep böyle,
gençliği dövüyorlar, bir düğünün tehlike çanları
çalıyor şenlikli bir şekilde,
dövüyorlar kadını.
Yanaklarda yanan ateşten şamar
yoksa mangaldan mı?
Görgüsüzlük, günlük yaşam -- hem ne kadar! --
dövüyorlar kadını.

Ama temizdir onun yüksek ışığı,
gözüpek ve tanrısal'dır
Dinler -- yok
imler -- yok.
Aslolan
kadın'dır.
... O, göl gibi duruyordu işte
su gibi durgundu gözleri
ve ait değildi erkeğine
tıpkı yıldızlar ve patikalar gibi.
Ve gökyüzüne vurmaktaydı
vuruşu gibi karanlık bir cama yağmurun
ve süzülerek
soğutmaktaydı
ateşli alnını onun.

Andrey Andreyeviç Voznesenski

bitmeyecek dava


“2 bakan birden roj tv’yi kapatmak için harekete geçti” minvalli tweetleri ve gazete linklerini görünce malum nedenlerle pek umursamıyorum. üstelik o iki bakanın ömer ç. ve egemen b.’den başka kimse olamayacağından o kadar eminim ki. böyle durumlara zafer sarhoşluğu deniliyor “tamam peşinden uhud savaşı’nı kaybedecek değiliz ya" diye de düşünülebilir ama ne yazık ki “uluslararası sömürge”nin sadece bir retorik değil de gerçekliğimiz olduğu düşünüldüğünde işler can sıkıcı bir hal almaya başlıyor. oysa 10 ocak günü ne kadar da güzeldi değil mi? 12 haziran gecesinden neredeyse 6 ay sonra ilk kez bu kadar çok sevinç vardı ve bunca zamandır mutluluğa hasret na’vi milleti halaya duruyordu #tilili ile. ileri sarınca o iki bakanın adının da, ünvanlarının da, temsil ettikleri kabinenin de tahminlerimle uyuşmaması hiç de iyi haber değil. benim kehanet kariyerim açısından değil elbette çünkü adalet bakanı morten bödskov ve kültür bakanı uffe elbaek adlarının içinde geçtiği hiçbir iskandinav soğuğu, avrupalı ciddisi metin hayra alamet değildir. işin içinde wikileaks belgelerinden (Q X ve özellikle de W) görebildiğimiz kadarıyla 2 yıl kadar önce 03.02.2010'da beşir a. koordinasyonundaki tece heyetiyle abd heyeti arasında yapılan karşılıklı temaslarda oluşturulmuş çerçeve planın temel maddelerinden birisinin avrupa’daki propaganda faaliyetinin sonlandırılması olduğu düşünüldüğünde ya da gene wikileaks belgelerinde görülebileceği üzere sırf roj tv’nin kapatılması için rasmussen’in desteklenmesine yönelik açık tece taahhütleri olduğu göz önüne alınıldığında, sırf bu dava için tecenin harcadığı milyon dolarlar ya da savaş suçlusu korucuların tanık adı altında aklanmasından, eski bir roj tv yöneticisinin savcılık tanığına dönüştürülmesine, mahkemelerde dolaşan silahlı türk ajanlardan, kamu güvenliği müsteşarlığının yönlendirdiği cha/(today’s)zaman/stv tarafından içeriği doldurulan, akademisyen-polis-gazeteci çokkimlikliliğinin içinde her şeyi bilene döndürülmüş psikolocik savaş uzmanları tarafından dolgusu yapılan bir davayla karşı karşıya olduğumuz düşünüldüğünde danimarkalı iki bakanın medya sekreterliğini “göreve davet eden” tanıdık üslubu “mutfakta biri mi var?” sorusunun yanıtsız olmadığını açıkça gösteriyor.
mevcut durum kısmen "yenilen pehivan güreşmeye doymazmış" şeklinde de yorumlanabilir. ancak diğer yandan bu pehlivanın son 87 yıldır dörtlü ittifak ve uluslarası kabulle birlikte kürdistan'ı sömürgeleştirdiği düşünüldüğünde med tv ile başlayıp medya tv ile süren ve şimdi de roj tv davasıyla gündemleşen sürecin kesin hükmünün mevcut mücadelenin sonucuyla doğrudan ilişkili olduğu anlaşılabilir.  

alba: çayırlar,kilt,gayda vs.'den daha fazlası


aslında öyküde bize yabancı gelecek hiçbir şey yok. kendi ingiliz kumaşını hemen yanı başındaki topraklar üstünde dalgalandırmaya kararlı uzun bacaklı ya da kırmızı urbalılar tarafından gasp edilen topraklar. dili ve kültürü iğdiş edilen endüstri devriminden sonra da her manada ufak ufak betona karılan bir halk. pict krallığından geriye harabeler ve alba olan asıl adı bile inkar edilip scotland (iskoçya) eylenen sömürgeleştirilmiş bir toprak parçası olarak kalakaldı britanya’nın kuzeyinde. Uilleam Uallas’ın adını tece nüfus memurlarının ingiliz muadilleri william wallace yapıp beyazlaştırdığı kadarıyla tanıdık biz onu. Her ne kadar dubajını yapan şahsiyetin Kasımpaşa çıkışlı uzunbacaklıyla samimiyeti ve her an biat etmeye hazır duruşu dolayısıyla oradaki İskoç soylularından birini seslendirmeye daha uygun olduğuna yönelik itirazım baki olmakla birikte kurdyek versiyonunda “azadi” diye bağıran merxas duygularımıza tercüman olmaya yetiyordu. Aradaki 700 yılı hiatus ilan edip geçmek içime sinmese de özcesi işgal edilen toprakların veya sömürgeleştirilen halkların ortak kaderinde nüanslar hariç görülecek tek şey sömürgeleştirilenin acısı uğruna zenginleşen, kanı uğruna büyüyen sömürgeci olacaktır. Böyle cümleleri belirsiz bulan sonuç odaklı zihinler için basit bir örnek 1911 sayımında nüfusu 4.8 milyon olan Alba 1. paylaşım savaşına efendileri kralın tahtının ve yüksek ingiliz çıkarlarının korunması için yarım milyon asker göndermek zorunda bırakıldı. çaryek topraklarını bir daha asla göremedi, bir o kadarı da ağır yaralı olarak savaş dışı bırakıldı. necip türk basınının ilgisini ancak ve sadece sean connery’nin 007 no’lu üyesi olmasıyla mazhar olan SNP (iskoç ulusal partisi) 1998’de genişletilen özerklikten beri sürekli zorlayıcı politikayla on yıl içinde bağımsızlık talebini dillendirme noktasına taşıdı. Ekonomik krizin etkisiyle mevcut talepler kısa süreliğine rafa kaldırılsa da sonunda Alba ülkesi kraliçenin sevimli dolandırıcılarını self determinasyon için referanduma gidilmesi için sıkıştırmaya başladı. eşzamanlı benzer bir tartışmanın gündeme gelişiyle sömürgecinin öfkeli suçlayıcı alt balkon konuşmalarının başladığı bu coğrafyada çok da sert algılanmaması mümkün ama sömürgecinin oyunlarının en barışçıl koşullarda bile sevgili sömürgesini yitirmemeye dönük olması bağlamında vurgulanması gereken bir tartışma halihazırda sürüyor. konuya ilişkin özet ama yeterli bir haber için bkz: ANF


tece ağzıyla konuşmayı sürdürürsek “İskoç kökenli” ya da “kuzey kökenli” “bu unsurların” ya da “kardeşlerimizin” aslında yüzlerce yıllık işgal sürecinde giderek beyazlaşan asimilasyon oto asimilasyonla ne hale getirildiğini görmenin en parlak örneği ise buralarda izlemeye doyulamayan ama üstüne düşünmek yorucu olduğu için de cool film genel kabulüyle düşünmeyince pek bir sevilen trainspotting filminden aktarılabilir. elbette ki kitabını okuyan “şanslı azınlık” yazarı irvine welsh’in neden “temiz duru İngilizcemiz” varken belirsiz zor bir aksanla, bilinmeyen dilden sözcüklerle hitabı konusunda da çok düşünmeyeceklerdir. buradan geçtim dünyaya fransız, kendine yabancılaşmış bu arkadaşlara selamı gene filmdeki “öff çok sıkıcı bu sahne” diyerek unutulan kısmından vererek bitireyim: 


Tommy: doesn't it make you proud to be scottish?
Renton: It's shite being scottish! we're the lowest of the low. the scum of the fucking earth! the most wretched, miserable, servile, pathetic trash that was ever shat into civilization. some hate the english. I don't. they're just wankers. we, on the other hand, are colonized by wankers. can't even find a decent culture to be colonized by. we're ruled by effete assholes. it's a shite state of affairs to be in, tommy, and all the fresh air in the world won't make any fucking difference!