28 Ocak 2012 Cumartesi

filozofun yeni osmanlı hayalleri


žižek 2 günlüğüne binlerce yılın başkentine adımını attı ve bir anda tece medyasının ilgisinin odağı oluverdi. aslında kendisi kıta avrupa’sının entelektüel patlamasının yaşandığı görkemli altın çağı kaçırdığı için biraz da hasretle yad ederken; haklı olarak eski kıtanın bugün fortress europa’ya dönüşmesine öfkeli. 3. reich’ın bilitzkrieglerle ve toplama kamplarıyla başaramadığı şeyin 9/11 sonrasında ortak bir kabulle pratiğe dökülmesinden rahatsız. tecenin ab'ye kapıdan olmadı bacadan girmek için attığı taklaların karşısında; batının ikiyüzlülüğünü açıklamak için, 12 sarı yıldızın içinde kendisine ancak lebensraum kontenjanından yer bulabilmiş balkanlardaki gay pride’lara dönük faşist saldırıları anımsatıyor ama tece sınırları içerisinde bir yıl içinde kaç eşcinselin, kaç kadının öldürüldüğünü bilmeksizin. ve eninde sonunda her batıdan gelen gibi, žižek de belirli bir orientalist bakışa sahip. kapitalist modernitenin toplumu ve bireyi bütün olarak esir alışına karşı sesli düşündüğünde; geliştirdiği yegane çözüm osmanlı ya da habsburg hanedanlarının demokratik bir modelde diriltilmesinden başka bir şey olmuyor. reelpolitik sorunların az çok farkında, ama önerisini naif çözümlerle süslüyor; osmanlı aristokrasisinin şaşalı sarayları ve köşkleriyle çevrili olduğu kapitalistanbul’un fındıklı’sında: “boşverin avrupalıları, kendiniz için tanıyın (Ermeni) soykırımı(nı); avrupalılar için değil; çünkü onlar da yaptılar aynısını” diyor ya da “Kürtlere özerklik verin. benim osmanlı imparatorluğu fikrim böyle, emperyalist bir hayal değil” oysa; kendisinin de çok iyi bildiği üzere; söylen/ebil/en ve/veya söylenemeyen sözcükler retoriğin ideolojik doğasını ortaya koymaya yetiyor. Kürtlere özerklik vermekten dem vurulması ya da soykırım sözcüğünün başına Doğu Hristiyanları ya da Ermeni ifadesinin konmaması bile yeterince şey anlatıyor aslında. 


žižek konuştukça egemen b. ne tür hareketler yapıyordur bilinmez ama; ahmet d.’nin mutluluk gözyaşları döktüğüne şüphe olmamalı. neredeyse "the civilizations" oynayıp da projesi için uygun görebileceği her ekonomik, askeri, politik, ideolojik reçeteyi kör göze parmak dercesine kopyala-yapıştır usulüyle kurgulayıp; tecenin gelecek vizyonu adı altında yazdığı "stratejik derinlik" adlı kitapla; necip milleti sıfır sorun adı altında Pax Neo-Ottomana hayallerine daldıran modern bir vezir olmuştu. adnan m.’nin “küçük amerika olmak” idealini abd endüstriyel-askeri kompleksinin genelde yerküreyi, özelde güneybatı asya’yı yeniden biçimlendirmek projesi üstünden ve elbette ona dayanarak yeniden üretince sahne ışıklarını üstünde topluyordu. oysa riyakarca “medeniyetler ittifakı” söylemini 100 kere tekrarlayınca huntington’un “uygarlıklar çatışması” tezini tersinden kurmaktan başka bir şey olmuyordu. elbette ki stratejik ortaklıktan, kendi deyimiyle “merkez ülke” olmak mertebesine erince de osmanlı’nın epifanisi “küresel güç” hayalinde yerden göğe yükselişine başlayabiliyor. žižek, chomsky vb.’nin tece’yi öven sözleriyle bismarck’ın prusya'nın geleceğine dair düşlerininin bu kez de istanbul’dan “periferi”ye yayılmasını kastetmedikleri açık; ama göremedikleri acı gerçek de tam olarak bu. çünkü yeni osmanlı’nın eski osmanlı’dan güzel sözler, iyi bir ambalaj, şaşaalı bir vitrin dışında hiçbir farkı yok. geçmişte tebaası olan halklara karşı bugün kürsülerden ve ekranlardan yönelen rahatsız edici, küstah ve aşağılayan ağabey tavrını da unutmamak gerek; kibirli, tüm komşu halklara yüksekten bakan modern zamanların sultanının da, vezirlerinin de anlaması gereken bu. ancak kendisinde yavuz sultan selim’i cisimleştirerek 21. yüzyıla taşıyan kerdoğan’ın bunu umursamadığı da vurgulanmalıdır. 


sıfır sorun politikasının ambalajı azıcık aşındığında nasıl olup da yeni yünün birbirine bulaşarak düğümlendiğini anlamak isteyenler tam da bu durum için kullanılan “arapsaçı” sözcüğünün o hiç de iyi anlamlar yüklenmemiş doğasında gizli olduğunu bilmelidir. üstelik bütün bu karmaşıklaşan ve giderek düğümlenen süreç karşısında giderek öfkelenen ve tıpkı yaklaşık 2300 yıl önce kendisine sunulan Gordios Düğümünü kılıcıyla keserek bakış açısını özetleyen Aléxandros o Mégas misali; silahı dayatan kerdoğan’a öykündüğü Makedonyalının bile dünyayı fethederken Zagroslar’da duvara çarptığını anımsatmak gerekir. bu noktada
žižek gibi kapitalist sistemin yıkıcılığından dem vurup; “başka türlü bir şey”in peşine düşenlere; “zapatista’ya da, zap’a da git”meleri söylenmeli: “žižek dağlara, özgür vatana” 

1 yorum: